9.6 C
İstanbul
Pazar, Mart 3, 2024

İletişim

Egemenlik

Egemenlik, siyaset kuramında, devletin karar alma sürecinde ve düzeni sağlamada tek yönetici ya da otorite olması durumu. Siyaset biliminde ve uluslararası hukukta en tartışmalı konulardan biri olan egemenlik kavramı devlet, bağımsızlık ve demokrasi gibi kavramlarla yakından ilişkilidir. Günümüzde ulusal sınırlar içinde, devletin hukuksal düzeni belirleyen en yüksek otorite ve üstün irade olması anlamına gelen egemenlik, uluslararası ilişkilerde bağımsızlık biçiminde ortaya çıkar.

Egemenlik

Egemenlik kavramının tarihsel gelişimi; 16. yüzyıl Fransa’sında Jean Bodin’in, asi feodal beylere karşı kralın gücünü desteklemek ve meşrulaştırmak için kullandığı egemenlik kavramı, feodalizmden ulusal devlete geçişi kolaylaştıran bir etken oldu. 17. yüzyıl sonunda John Locke, 18. yüzyılda da Jean Jacques Rousseau yurttaşların toplumun ortak çıkarlarının korunması için gerekli yetkileri bir sözleşmeyle devlete devrettiklerini savunan toplumsal sözleşme kuramını geliştirdiler. Toplumsal sözleşme düşüncesi, 1776’daki Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde ifadesini bulan halk egemenliği öğretisinin gelişmesine temel oluşturdu. 1791 Fransız Anayasası’nda yer alan “Egemenlik tektir ve ulusa aittir; bölünemez, vazgeçilemez ve kaldırılamaz; hiçbir grup egemenliği kendisine atfedemez ve tek bir kişi egemenliği üstlenemez” hükmü egemenlik kavramına yeni bir içerik kazandırdı. Böylece temelde halkın kendi başına kullandığı halk egemenliği düşüncesi, örgütlü bir devlet yapısında somutlaşan, ulusun kullandığı ulusal egemenlik düşüncesiyle birleşti. Bir adım daha ileri giderek halk ya da devlet adınil egemenliği kimin kullandığını araştıran Ingiliz hukukçu John Austin, egemenliğin ulusun parlamentosuna verilen bir yetki olduğu sonucuna vardı. Austin’e göre, herkesin uymak zorunda olduğu yasaları çıkaran en üst organ olan parlamentonun kendisi yasalara bağımlı değildi ve yasaları özgür iradesi doğrultusunda değiştirebilirdi. Bu özel tanım 19. yüzyıl Ingiltere’sinde yürürlükte olan özel yönetim sistemine uyuyordu.

Yasamanın egemenliği düşüncesi ABD’deki duruma pek uymuyordu. Federal birliğin temel yasası olan ABD Anayasası, ulusal yasama organını en üst yetkiyle donatmadığı gibi, bu organa önemlikısıtlamalar da getiriyordu. ABD Yüksek Mahkemesi’nin, yasaların anayasaya uygunluğuna karar verme yetkisinin olduğunu öne sürmesi, durumu daha da karmaşıklaştırdı. Bu gelişme yargının egemenliği kavramına yol açmakla birlikte, en yüksek erkin anayasanın kendisine verilmesi gibi bir sonuç doğurdu. Bu anayasa egemenliği sistemi, anayasada değişiklik önerme ve bunu onaylama yetkisinin Kongre’nin yanı sıra eyaletlere ve bu amaçla toplantıya çağrılacak meclislere de verilmiş olması nedeniyle, daha karmaşık bir durum ortaya çıkardı. Bu bakımdan egemenliğin, Anayasa’nın 10. Ek Maddesi’ne göre federal devlete’ devredilmeyen ya da açıkça yasaklanmayan bütün yetkileri elinde tutan eyaletiere ya da doğrudan halka ait olduğu öne sürülebilirdi. Böylece, hem federal birliğin, hem de birliği oluşturan eyaletierin ikili egemenliği kavramı kuramsal bir temel buldu.

Devletin egemenliği öğretisini sarsan bir başka gelişme, 20. yüzyılda Leorı Duguit, Hugo Krabbe ve Harold J. Laski gibi hukukçu ve siyaset bilimcilerin geliştirdiği çoğulcu egemenlik kavramı oldu. Çoğulcu egemenlik kuramına göre egemenlik, devlet yönetiminde etkili olan çeşitli siyasal, ekonomik, toplumsal ve dinsel gruplarca kullanılır. Egemenliğin çeşitli gruplar arasında sürekli el değiştirdiğini öne süren bu öğreti, devletin birçok toplumsal dayanışma biçiminden yalnızca biri olduğunu ve toplumu oluşturan öteki öğelerle karşılaştırıldığında hiçbir özelotoritesinin bulunmadığını öne sürecek kadar ileri gitmiştir.

Egemenlik ve uluslararası hukuk; Egemenlik kavramı tek tek devletlerin iç gelişmelerini etkilemekle kalmayarak devletler arasındaki ilişkilerde çok daha önemli sonuçlar doğurdu. Bu çerçevede ortaya çıkan güçlüklerin geçmişi, Bodin’in 1576’da ortaya attığı, maiestas est summa in cives ac subditos legibusque soluta potestas önermesine dayandırılabilir. Bu önerme çoğu kez egemenin hiç kimseye karşı sorumlu olmadığı ve hiçbir yasayla bağlı olmadığı biçiminde yorumlanmıştır. Ama daha yakından incelenirse Bodin’in yapıtlarının bu yorumu desteklemediği görülür. Bodin, bir hükümdarın kendi yurttaşları karşısında bile tanrısal hukuk, doğa hukuku ve bütün ülkeler için geçerli hukuktan (ius gentium) kaynaklanan temel kuralların yanı sıra egemeni n kim olacağını, egemenliğin kime geçeceğini ve egemen gücün nasıl sınırlanacağını belirleyen devletin temel yasalarına uymak zorunda olduğunu vurgular. Bu bakımdan Bodin’in “egemen”i, devletin temel yasasıyla ve her insanı bağlayan daha yüksek bir hukukla sınırlıdır. Gerçekte Bodin, daha sonra uluslararası hukukun dokusuna giren kuralların pek çoğunu da devletleri bağlayıcı kurallar olarak ele almıştır. Bununla birlikte Bodin’in görüşleri iç siyasette mutlak devleti, uluslararası alanda ise sorumsuzca bir anarşiyi meşrulaştırmak amacıyla kullanıldı.

Thomas Hobbes bu yorumu mantıksal sonucuna ulaştırdığı Leviathan’da (1651) egemeni hukuktan çok, güçle özdeşleştirir. Hukuk egemenin buyruğudur ve onun gücünü suurlayamaz. Egemenin gücü olabildiğince mutlaktır. Bu anlayış uluslararası ilişkilerde, bir egemenin, kendi iradesini bütün öteki egemenlere zorla kabul ettirmeye çalıştığı sürekli bir savaş durumuna yol açtı. Sonraki iki yüzyılda bu durum pek az değişti. Egemen devletler, taraf oldukları anlaşmazlıklarda yargıç gibi davranmaya, kendi hak anlayışlarını savaş yoluyla kabul ettirmeye, uyruklarına diledikleri gibi davranmaya ve ekonomik yaşamlarını öteki devletler üzerinde yapabileceği etkileri göz önüne almadan düzenlemeye devam ettiler.

20. yüzyılda devletlerin hareket serbestliğine önemli kısıtlamalar getirilmeye başladı. 1899 ve 1907’de Lahey’de düzenlenen konferanslarda kara ve deniz savaşlarında uyulması gereken ayrıntılı kurallar benimsendi. Milletler Cemiyeti Sözleşmesi savaş açma hakkını sınırlarken, 1928’d,eki Kellogg-Briand Paktı, uluslararası anlaşmazlıkların çözümü için savaşa başvurulmasını ve savaşın bir iç politika aracı olarak kullanılmasını yasakladı. Bunları, Birleşmiş Milletler Antlaşması (1945) izledi. BM Antlaşması’nırı 2. maddesi, üye ülkeleri, “uluslararası -anlaşmazlıklanrıı, uluslararası barış, güvenlik ve adaleti tehlikeye düşürmeyecek biçimde barışçı yollardan çözmekle” yükümlü kılarak, bütün ülkelerin “uluslararası ilişkilerinde güce başvurmaktan ya da başvurma tehdidinde bulunmaktan kaçınmaları” zorunluluğunu getirdi. Antlaşma, aynı zamanda BM’nin temel ilkelerinden biri olarak “bütün üyelerin eşit egemenliği ilkesi”ne de yer verdi.

Bu tür gelişmelerin sonucunda, egemenliği sınırsız güçle eşanlamlı gören anlayış ortadan kalkmaya başladı. Devletler, diledikleri gibi davranma biçimindeki egemenlik haklarını sınırlayan çok sayıda yasayı benimsediler.

Egemenlik üzerindeki bu kısıtlamaların genellikle özsınırlama ya da onay yoluyla ortaya çıktığı kabul edilir. Ama devletlerin açık ya da kapalı onayına bakılmaksızın egemenliklerin belirli uluslararası hukuk kurallarınca kısıtlandığı bazı durumlar da vardır. Öte yandan, bir devlete kendi onayı olmaksızın, yalnızca başka devletlerin isteği üzerine yeni kurallar kabul ettirilemez. Böylece uluslararası toplumun gereksinimleri ile devletlerin egemenliklerini olabildiğince koruma isteği arasında bir denge sağlanmıştır

Egemen olmayan devletler; 19. yüzyılda tam egemen devletler ile sınırlı bir egemenlikten yararlanan çeşitli siyasal birimler arasında var olan ayrım, Birleşmiş Milletler Antlaşrnası’yla birlikte önemini yitirdi. SÖmürgeler, koruma altındaki devletler, protektoralar ve bağımlı devletler arasındaki hukuksal aynmların yerini, kendi kendini yöneten ya da yönetıneyen ülkeler biçimindeki pratik ayrım aldı. BM Antlaşması’nda, kendi kendini yönetmeyen ülkeler, vesayet altında bölgeler olarak kabul edildi ve ilgili yönetici devletlerin bunlann kendi kendilerini yönetecek duruma gelmeleri yönünde çaba göstermesi öngörüldü. Bu ülkelerin bazıları doğrudan BM vesayeti altına alınarak sıkı bir gözetimle daha hızlı bir biçimde kendi kendini yönetecek düzeye ve bağımsızlığa ulaşmalan sağlandı.

Bölünmüş egemenlik; Mutlak ve sınırsız egemenlik kavramı, gerek ulusal, gerek uluslararası alanda uzun ömürlü olmadı. Demokratik yönetim biçiminin gelişmesiyle, egemenin ve yönetici sınıfların gücüne önemli kısıtlamalar getirildi. Devletlerin karşılıklı bağımlılığı, uluslararası alanda “güçlü haklıdır” ilkesinin sınırlanmasını sağladı. Dünyada barışçı bir ortam gerçekleştirrnek için hukuksal bir düzenin ve buna bağlı olarak egemenlik kavramının belirli ölçülerde sınırlandırılmasının gerekli olduğunu gören halklar, uluslararası örgütlerde bir araya gelmeye başladılar. Böylece egemenlik ulusal devletlerin yanı sıra, uluslararası topluluklara bağlı organlarca da kullanılan bir kavram niteliğini kazandı. Federal devletlerde ortaya çıkan bölünmüş egemenlik kuramı, uluslararası alanda da geçerli hale geldi.

Egemenlik kavramının sınırlanmasına yol açan başka bir olgu da Avrupa’nın bütünleşmesi yolunda atılan adımlardır. Avrupa Topluluklan antlaşmalanndaki hükümlerin ve topluluk organlannın aldıkları kararların, üye devletlerin iç hukuk düzeninde herhangi bir uygulama kararına gerek kalmaksızın doğrudan geçerli olması ve üye devletlerin, topluluk organlarının yetkileriyle çatışan “egemenlik hakkına ilişkin yetkiler”ini kullanmaktan antlaşmalar gereği vazgeçmiş sayılması, çağımızda devletlerin egemenliklerinin sınırlanmasının en tipik örneğini oluşturmaktadır

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Benzer İçerikler

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medya

17,204BeğenenlerBeğen
3,912TakipçilerTakip Et
13,900AboneAbone Ol
- Advertisement -spot_img

Son Yazılalar